ELF

<< Yıllar sonra dönüp baktığımda gördüm ki o yolculukta hayalini kurduğum her şey sadece “hayal” olarak kalmış. >>

Gelin size bir "ELF" hikayesi anlatayım ama Yüzüklerin Efendisi ile ilgili değil, benzinlik olanından. Daha sonraları adını şimdi hatırlayamadığım başka bir şirkete katılıp piyasadan çekildikleri için öyle zannederim ki ancak doksanlarda çocuk olanlar hatırlar ELF benzinliklerini. Benim de zihnimde hâlâ gülümseyerek hatırladığım, her yaz gecesi zuhur eden tatlı bir hatıra olarak kalmıştır. 

Bu mevsimde -mevsim olarak kastettiğim “yaz”dır- akşam güneşini seyretmekten ziyade hissetmek daha bir başkadır. Örneğin akşam ezanı okunduğunda iş çıkış trafiğini göremezsiniz, herkes evindedir. Okullar çoktan dağılmıştır, çocuklar sokakta oynuyordur. Havada da pek bir bulut olmadığından alev topu gibi dağların ardında kaybolan güneş, tüm ihtişamıyla dikkati üzerine çeker. Oysa kış öyle mi ya? Güneş kışın her fırsatta bulutun ardına saklanan ve bulduğu ilk fırsatta alelacele kaybolup giden soğuk nevale bir varlık olur adeta. Akşehir’de de güneş yaz mevsiminde Sultan Dağları’nın ardında usul usul batardı her gün.

Hiç takılmadan ve belirli bir sıra doğrultusunda ezbere sayabileceğim birkaç yerleşim yeri hatrımdadır. Akşehir, Afyon, Sivrihisar, Ankara, Kırıkkale, Çorum, Samsun… Listeyi tersten saymak da mümkün ve makbûl. Kimse için bir şey ifade etmeyen benim için ise yazıldığı doğrultuda sevinç ama ters güzergahta üzüntü ifade eden tesbih tanesi misali dizilmiş yerleşim yerleri, yol durakları. Çocuk aklımla Türkiye haritasını önüme açtığımda A noktasından B noktasına gitmek için belki sonsuz sayıda kombinasyon vardı lakin tercih edilen güzergah hep aynıydı ve standarttı.

Belki de Anadolu’nun kaderinde olduğu gibi benim kaderimde var göçmen olmak. Atalarımdan, dedelerimden gelen bir göçmenlik ile ben de çocukluk yıllarımda tanıştım. Kendimi bildim bileli doğduğum yerden hep uzakta yaşadım. Kim olduğumu fark ettiğim çocukluk dönemlerimden yetişkinliğime kadar doğduğum yerden en az 9-10 saat uzaklıkta yaşamıştım ve memur olan babamın mecburen yaz aylarına denk gelen ve yine mecburen 20 günlük olan yıllık izninde doğduğum yeri ancak -maalesef yine mecburen- bir yerli turist edasıyla ziyaret edebilmiştim. Bana kalırsa yüzyıllar öncesine ait İpek Yolu kervanları gibi maceralı bir yolculuk olan bu yıllık izinler, bilmem kaç ay öncesinden ayarlanır, çekirdek ailemizi taşıyacak otomobile alınacak eşyalar birer ikişer elenerek seçilirdi. Babam muhtemelen yerleştireceği bagajı kafasında muavin cambazlığıyla tasavvur ederken annem de bana göre mühim olan ama bir yetişkine göre fazlalıktan ibaret olan eşyaları elemekle meşguldü. Velhasıl, yaz başında gelip yaz sonunda geri dönen göçmen bir leyleğin  telaşını andıran bu harala gürele işlerle dolu zamanlar, benim açımdan yoğun ama güzel günlerdi.

Yolculuk sırasında illaki daha önce hiç uğramadığımız bir benzinlikte durur, daha önce hiç karşılaşmadığımız bir insan ile göz göze gelir, birçok klişeye ile peş peşe maruz kalsak da aslında daha önce hiç yaşamadığımız bir an yaşardık. Ülkenin dört bir yanından gelen envai çeşit otobüs firmalarının araçları yılankavi yollardan dinleme tesislerine tıslaya tıslaya girer, sanki hayattaki tek işi araç yıkamakmışçasına işinin ehli olan çalışan tarafından ustalıkla yönlendirilirdi. Otobüsten inenler ise aynı şaşkınlık ve aynı bön bakışlarla fakat farklı rüyaların bıkkınlıklarıyla  kovanından çıkan arılar gibi dinlenme tesislerinin derinliklerine doğru dağılırdı. Ben ise kendi kendime sorardım. Bu yollarda bir zamanlar kim bilir kimler vardı? Bugün ise bizler varız. Yarın yine kim bilir kimler olacak? 

Ahmet Muhip Dranas’ın ünlü şiirinde Fahriye Abla’ya sorular sorarken Erzincan’ı betimlemesi gibi ben de geçtiğimiz her kasabaya ilişkin sorular soruyor, merak ettiklerimi kendi kendime gidermeye çalışıyordum. Değişen yalnızca o şehri simgeleyen araç plakalarına ait numaralardan ibaret değildi. İnsanlar, iklim, bitki örtüsü, hatta mevsimler değişiyor; Ankara’dan öteye geçince Karadeniz’in yeşilliği ile birlikte serinliği de bizleri karşılıyordu.

Ankara’dan öteye geçmek… İşte bütün yolculuğun kilit noktası buydu. Çevre yolu tam anlamıyla çalışmıyor. Yola devam etmek için Ankara’nın merkezinden geçmek ise “dur-kalk” değil de “dur-kal” trafiği gereği adeta bir “bölüm sonu canavarı” hissi yaratıyor. Dolayısıyla bulunacak en güzel çözüm, bu toplamda yaklaşık on saatlik yolculuğa olabildiğince saçma sapan bir vakitte çıkıp Ankara geçişini gece yarısına getirmek. Hem trafik bakımından tenha hem de klimasız otomobil için serin bir vakit, mükemmel bir yaklaşım. Yolun sonu ise zaten çocukluğumun cenneti…

Ankara’nın girişine geldiğimizde hayalimde ilk canlanan, gecenin kör karanlığında yolun ıssızlığını aydınlatan, şehrin tam girişinde ışıl ışıl parlayan ELF benzinlik tabelası... Yerden bir hayli yüksekte kaldığı için etrafı aydınlatmaktan ziyade gökyüzündeki karanlığı doldurmakla meşgul gibi bir yapı gibi. Her şehrin girişinde yer alan ve şehrin ismi ile nüfusunu barındıran mavi tabelanın bendeki karşılığı Ankara için bu ELF tabelasıydı. Sanki bir çalar saat kurmuş gibi günün hangi vakti olursa olsun uyanıyor, bu yılda bir göreceğim manzaraya kendimi hazırlıyordum. Sanki bir yerden geçmiyor da bilmem kaç yılda bir dünyanın yakınından geçen bir kuyrukluyıldıza rast geliyordum.

Ardından şehre giriş… Karanlık yolculukta tek tük yanan lambaların ardından ışıl ışıl caddeler, geniş geniş bulvarlar… Uykulu gözlerim birden fal taşı gibi açılıyor, bir sağa bir sola bakmaya başlıyorum. Yüksek katlı binalar, üniversiteler, bakanlıklar, sadece televizyonda reklamlarda gördüğüm markaların ışıklı tabelaları ile süslenmiş iş merkezleri… O esnada annem bana bir bina gösteriyordu, üniversite olduğunu fark ediyordum. “İnşallah burada okursun.” Diyordu. O üniversitede okuyamasam da başka bir tanesini bitirdim gerçi.

Toplamda belki yarım saat veya kırk beş dakika süren ve geceyi aydınlatan bu “Ankara turu” çocuk zihnimde ışıl ışıl pırıltılar bırakırken Ankara da tüm heybetiyle ve bu şölenin başlangıcı olan ELF benzinliği tabelasıyla geride kalıyordu. Yıllık rutin bir işimizi tamamlamış gibi hissediyor ve uykusuzluğa dayanamadığım için bir yandan da gözlerimin ağır ağır kapandığını hissediyordum.

Bugünden geri dönüp baktığımda ne ELF kaldı, ne o güzel günler ne de o yolculukların tadı… Hatta herhangi bir büyükşehrin sınırlarına girmek fikri bile beni boğuyor, adım atmak istemiyorum. Gönlüm her zaman işten eve evden işe yürüme mesafesindeki yerlerde oturmaktan yana. Ne olursa olsun, her şey yine de hatıralarımda tüm canlılığıyla bâki ve yine bu yolculuklarımız adeta Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla şiirinin son mısraları gibi…

“Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın / Hatırada kalan şey değişmez zamanla…” 

(2018)

➜ Devamını okumak için tıklayın

Dersu Uzala

Kar, artık eskisi gibi yağmıyor. Artık hatıralarımızda kalanlarla ve albümlerimizde solanlarla yetinmek zorunda kalacağız gibi bir durum var. Benim de iş hayatıma henüz yeni başladığım dönemlerdi. Aslında ilk defa dikkatimi çekmiyordu. Beş yıl boyunca düzenli olarak sınamıştım ve bu durumu her seferinde  sanki ilk defa yaşıyormuş gibi aynı şaşkınlıkla karşılamıştım. Ne bir hafta önce ne de bir hafta sonra, sanki söz vermiş gibi kar buralara hep yılbaşına iki üç gün kala yağmıştı. Daha bir hafta öncesine kadar kupkuru olan yerden ve tepemizde gezip yarım yamalak da olsa ısıtan güneşten şimdi numune bile yoktu. Güneş, olsa olsa kar toplamak için yüzünü gösteriyordu. Nasıl oluyordu bilmiyorum ama her seferinde -hele de yılbaşında yağdı mı- diz boyu bembeyaz tutuyordu. Belki de kar, yağmaya niyetli olmasa bile yeni yılı kardan adam yaparak karşılamayı hayal eden bir çocuğun duası geri çevrilmiyordu. 

Karın yağmasıyla beraber dağların arasında kalan baraj gölünün suyu da iyiden iyiye durgunlaşır, etrafa mutlak ve otoritesi tartışılmaz bir sessizlik hakim olur, esen rüzgar neticesinde suya ara sıra düşen -bahardan kalma ve kışa direnmiş ama nihayetinde kurumuş- yaprakların hışırtısından başka ses duyulmazdı. Zaten her yerde kar yağarken oluşan o derin sessizlik, buralarda iyiden iyiye ilahi bir meditasyon havası alır, insanı attığı adımdan bile ürkütürdü. Bu sessizliği arada bir gölde kanat çırparak su üzerinde koşturan kara tavukların çığlıkları böler ama bir süre sonra onlar da kendi seslerinden ürkmüş gibi şaşkın şaşkın bakınırlardı. Bunun dışında sağda solda yalnızca yiyecek arayan kedi köpekler gezer, ara sıra da kuru ekmek peşinde olan kuşlar konacak yer ararlardı. Onlar bile insanların vereceği bir lokmaya muhtaç bakınırlardı. İnsanlar ise zaten etrafı yüksek dağlarla çevrili bulunan ve kendisi de adeta çıkmaz bir sokağın en sonundaki ev gibi unutulmuş olan bu küçük ilçede evlerine kapanırdı. Sanırım televizyon ekranına bakıp haberlerde her yılın aynı zamanları bıkmadan usanmadan gösterilen "karın keyfini yine en çok çocuklar çıkardı" klişelerini dinlemek, karda vakit geçirmekten daha çekiciydi.

Hem yapacak bir şey olmadığı için hem de bu güzel manzarayı kaçırmamak için dışarı çıktım. Göle yansıyan akisleriyle harika karlı dağların fotoğrafını çektim. Gerçi artık fotoğraf dediğimiz şey sadece "Ne günlerdi be!" diyerek bakılmaktan uzak, sadece eş dost ekranı yukarı kaydırıncaya kadar bir süreliğine kısa süreli bellekte kendine yer bulacak, saniyelerle hatırda kalacak bir vasıtaydı. Ben yine de hatıra kalsın diye hava kararana kadar bol bol kaydettim. Akşam olunca kar yağmaya devam ederken çaresiz eve döndüm. Kapalı yollarda sağa sola gidemeyeceğim için diğer insanlar gibi ben de monotonluğun içinde vakit öldürmek istedim. 

Ne kadar tekdüze hayatınız olursa olsun küçük bir ilçede olup da kış aylarında yapacak bir iş bulamadığınız zaman vakit geçirmelik bir şeyler arama listesinde her zaman alternatif bulundurmak gereklidir. Kendimi zorlayıp IMDB içerisinde top 250 listesine sarayım dedim, cesaret edemedim. Zaten ta üniversitede belki arkadaş arasında bilgi satarım diye kaç yıl önce listenin de onda birine yani sadece ilk 25'ine göz dikmiştim ama "alıcısı olmayınca" onu da ruhumun derinliklerinde bir rafa kaldırmıştım. Sinema ile ilgili birkaç dergi/kitap bakayım edeyim dedim, takip edemedim. Neden sonra bu kar kış içerisinde yılbaşı haftası "doğa filmleri" diye arama yaptım ve karşıma tamamen tesadüfen harika bir film çıktı. Hiçbir zaman favori bir yönetmenim de olmamıştı ama kulağıma çalınan birkaç isim vardı elbet. "Kimdir, nedir, sanat anlayışı nedir" bilmiyorum, hani "yolda görsem tanımam" derler ya bendeki de o hesap. Belki de sadece fonetik olarak ismi de havalı olduğundan olsa gerek Akira Kurosawa da belleğimde yer etmişti. 

“Film kültürü” dediğin zaten tamamen farklı bir şey. Benim öyle aman aman bir film kültürüm yoktu. Hatta bence "aman aman" seviyesi kadar bile bir film kültürüm bile yoktu. Sayfalar dolusu kitap okumaya her zaman vardım, hâlâ da varım lakin film izlemek bana göre değildi. Gün içinde anlamlı anlamsız yüz tane video izlesem de ekran başına oturup iki saat bir şeyi izlemek bana oldum olası sıkıcı geliyordu. Uykumdan yeni uyanmış bile olsam bir film izlerken tam ortasında keyifle uyuyabilirdim. Durağan ilerleyen filmlerde ekrana bakarken içimden "Hadi bir şeyler olsun artık" diye geçirir, hareketli filmlerde ise sıkılmak için her zaman başka bir bahane bulurdum. Farklı gözükmek çabasından değil, tamamen ilgisiz olduğumdan insanların ayıla bayıla izleyip birbirlerine tavsiye ettikleri filmlerin ve başından kalkmadan sezon sezon bitirdikleri dizilerin çoğunu da izlememiştim. Dolayısıyla bende iz bırakan filmler ve iz bırakan diziler sayısı oldukça azdı. Mamafih bir film var ki ne zaman görsem bitirmeden ayrılamam. İşte o film "Dersu Uzala"ydı.

Devamında bir yerleşim yerinin olmadığı, özel olarak gitmek zorunda olduğunuz dağlarla çevrili göl kıyısında yer alan ve kendisi de adeta çıkmaz bir sokağın en sonundaki ev gibi unutulmuş olan bu küçük ilçede, karlı bir havada akşam vakti yalnız bir şekilde izlediğimden midir yoksa kaliteli bir yapıma denk geldiğimden midir bilmiyorum, ağzım açık bir şekilde kısa bir süre içinde ikinci kez izlemiştim. Film boyunca Dersu Uzala isimli yerli bir bilge kaybolan bir askeri ekibe yardım ediyordu. Adeta doğaya hükmetmek yerine doğanın bir parçası olmayı kabullendiğimizde ne kadar uyumlu olabileceğimizi bir tokat atar gibi bize anlatıyordu. Ne var ki filmin sonunda olayların gelişmesiyle şehre taşınmak zorunda kalan Dersu Uzala, modern yaşama alışamıyor ve tüm varlığıyla karla kaplı yurduna geri dönmek istiyordu. 

Bir aralık kafamı dışarı uzattığımda kar yağışının artarak devam ettiğini gördüm. Adım gibi emindim ki kar bu şekilde yağmaya devam ederse elektrikler de kesilecekti. Bizler birer Dersu Uzala olmadığımızdan sebep kendi mutlu modern hayatımızdan gitgide uzaklaşacaktık. Sıkı sıkıya bağlandığımız eşyalarımızdan önce buzdolabı, ardından ısısı kaybolan kalorifer, peşinden de şarjı biten telefon ve bilgisayarımız Tanju Okan şarkısındaki gibi bizi terk eden dostlarımız olacak ve aramızdan ayrılacaktı.

Önce ışıkları kapattım, sonra da pencerenin kenarına gittim. Kar artık bazen tipi bazen lapa lapa oluyor fakat ısrarla yağmaya devam ediyordu. Nasıl girersek öyle geçeceğine inandığımız başka bir yılı karşılamaya hazırlanıyorken aslında bu yalanlarla kendimizi kandırdığımızı fark ettim, yine de inanmak istedim. Yeni yıla dair inançlarımızın da yeni yıl sevinçlerimizin de ekranı kaydırarak kaybettiğimiz fotoğraflardan bir farkı kalmamıştı. Her şey yerinde ve zamanında güzeldi, tıpkı Dersu Uzala’nın modern yaşama alışamayıp “ilkel”(!) hayatına dönmek istemesi gibi...
➜ Devamını okumak için tıklayın

Tahta Masa

Tahta Masa deyince akıllara Ümit Besen şarkısının gelmesi çok normal. Hatta hafızasını bu şekilde tazeleyenlerde bu şarkının mutlaka bir hatırası da vardır. Çünkü hatıralarımızdan yola çıkarak herhangi bir varlık ile bir insanı eşleştirmek gayet muhtemel.  Ben de Ümit Besen’in harika şarkısı Tahta Masa ile ilgili bir şey anlatmak isterdim ama durum benim için biraz daha farklı. Ben ne zaman birazdan bahsedeceğim o tahta masayı görsem, bunun bana dedemi hatırlatacağını aklımın ucundan bile geçirmezdim. 

Dedem, bir garip insandı. Belki de sıradan bir insandı ama bana öyle gelirdi. Belki de bir dede ne kadar garip olabilirse o kadar garipti. Çocukken ilkokulu okuma yazma seviyesinde anca bitirmişti. Bunun sebebini her ne kadar kaderin bir cilvesi olarak takvimlerin "İkinci Dünya Savaşı" yıllarını göstermesiyle açıklasa da iş başkaydı. Her şey dört dörtlük olsaydı bile dedem muhtemelen akademik olarak doğal sınırlarına ulaşmıştı. Yine yüksek ihtimalle henüz ilkokul sıralarında ikamet ederken çoktan "Okumaz bu, bari boş boş gezmesin" denilerek hakkında gerekli malumat verilmiş olmalıydı. Bunun üzerine ilkokul diplomasıyla birlikte doğruca sanayide bir otomobil tamirhanesine yatay geçiş yapmış, ömrünü şekillendirecek bir ayrımın yolunu tutmuştu. Belki de hakkında en hayırlısı buydu zira henüz ne olduğunu anlamamışken otomobil tamirhanesine verildiği için özellikle emeklilikten sonraki hayatında en büyük vakit geçirme kaynağı olacak olan her türlü sökme takma ve tamirat işlerinde ustaydı. Bazen bir ütü, bazen bir su ısıtıcısı, bazen ufak tefek inşaat işleri, bazen de otomobil ile ilgili herhangi bir parça... Artık aklına ne gelirse, odunluğundaki küçük ama "ne ararsan bulunan" tamirhanesinde işten anlayan her insan için mutlaka bir çözüm bulunurdu. Yalnız, kendisinden öyle pek ince işçilik de beklenmemek lazımdı. Bozuk olanı gözüne kestirirse tamir eder, çalışır duruma getirir ve olay mahallinden uzaklaşarak öylece olduğu gibi bırakırdı. Sonuçta çalışmayan her ne ise çalışırdı ama etrafı adeta mayın tarlası gibi olurdu. Bu "sonuç odaklı" ama mühendislikten uzak tavrı yüzünden yaptığı tamiratları ya da kendince ürettiği projeleri kabul ettiremez, yine de kendi evi olduğu için bütün tamirat ihalelerini tartışmasız bir şekilde alırdı.

Çalışma hayatı da oldukça renkli geçmişti. Önce uzun yıllar boyunca otobüs şoförlüğü yapmış, aynı yolları artık neredeyse ezberleyip gözü kapalı gidecek hâle gelene kadar aşındırmıştı. Tuttuğu basit "cep ajandası" günlüklerinde o gün nerede olduğunu hiç sektirmeden kaydetmiş, yıl içerisinde bir otobüs şoförünün aile hayatının aslında "ne kadar da olmadığını" bizlere hatıra bırakmıştı. Mesela falanca şehre ilk gün gitmiş, gecesinde orada uyumuş, ertesi gün aynı yolu gerisin geri gelmişti. Evinde bir gün (şanslıysa nadiren iki gün) dinlenip ertesi sabah aynı mesaiye geri dönmüştü. İki hafta boyunca aynı rotayı takip edip sonrasında başka bir şehre doğru değişmeyen bir iş temposuyla devam etmişti. Benim çocuk zihnime göre eğlenceli ve bol seyahatli geçen bu iş temposunda  dedem hiçbir şeye yetişememiş, hatta uzak bir şehirde olduğundan kızının cenazesine bile yetişememişti. İnsanın ömrü -hiç abartısız- böyle yollarda geçince, ülkenin bir yerindeki bir şehre ne yönden gidileceğini, yol boyunca nelerin olduğunu sanki öte mahalleyi konu eder gibi hiç düşünmeden tarif edebiliyor, filanca şehre gitmek isteyenlere alternatifli yollar önerebiliyordu. Dedem, cep telefonunu görüp kullanmasına rağmen, navigasyon teknolojisine tam anlamıyla yetişemedi ama zaten kendi başlı başına bir navigasyondu. 

Eski otobüslerde zaman zaman görüp neden kullanıldığını bilmediğim, ne zaman kullanıldığını öğrenemediğim mikrofonun kullanım sahasını da dedem sayesinde öğrenmiştim. Biraz yüksek sesle konuşsan zaten herkese sesini duyurabileceğin bir araçta ne gerek vardı oysaki? Bundan belki yirmi sene öncesi kadar var. Yaz mevsimiydi, günün birinde her meraklı çocuk gibi evin sağını solunu kurcalarken karşıma çıkan acayip kayıt cihazını inceliyor, üzerindeki bant kayıtlarını rastgele ve sabırla dinliyordum. "Ben kaptan şoförünüz..." diye başlayan bir kayıt sanki zaman makinesinden fırladı. Hadi bakalım, durdur durdurabilirsen. Ta 1970'li yıllardan sesleniyordu ama güneş ışığı görmediği için gayet temiz bir sesti. Sanki çok değerli bir sanatçıdan miras kalan ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış eşsiz bir şarkının kaydı gibi soluksuz dinledim. Dedem, uzun süren yolculuklar sırasında yedek şoför olarak otobüsteki mikrofonu eline alıyor, amme hizmeti olarak kimi zaman turist rehberi gibi o anda üzerinden geçilen yeri tanıtıyor kimi zaman ise sıkılan yolculara bir hikaye anlatarak ilkel de olsa "araç içi eğlence" görevini üstleniyordu. Kim bilir, belki de hiçbir şey umrunda olmayıp sadece kendi can sıkıntısına bir çare arıyordu.

Otobüs şoförlüğünü bıraktıktan sonra hatırı sayılır bir süre de kamyonculuk yaptı. O zamanları net hatırlıyorum. Küçük bir ilçe olmasına karşın, nakliye sistemlerinin çok da gelişmemiş olduğunu varsayarsak ilçeye bol bol meşrubat ve maden suyu taşıdığını söyleyebilirim. Gel zaman git zaman, ne karınca gibi defalarca yapılan bu yolculukların içinde ne de normal hayatında bir kere bile meşrubat içtiğini görmedim. Tuhaf bir şekilde hayatta ağzına sürmez ama "Tekerleri çok güzel parlatıyor" diyerek arabanın tekerlerini yıkardı. Gerçekten de meşrubatlar, asit oranı yüksek olduğu için tekerleri pırıl pırıl yapardı.

Artık işten güçten elini eteğini çekip emekliliğini yaşamaya başladığında kendi halinde iki katlı bahçeli evde ufak tefek tamirat işleri ile uğraşmaya başladı. Bağ bahçe işlerini pek sevmese de oyalanacak bir şey buluyor, hiçbir şey olmasa kapının önündeki arabasının her parçasını bıkmadan usanmadan her gün söküp takıyor, böylece sabahı akşama bağlıyordu. 

Sonraları, nereden geldiğini hatırlamıyorum ama bir yerden biraz siyah ve beyaz boya çıktı. Önce evin bahçesindeki odunluğu siyah beyaza boyadı. Ardından evin iç kapıları zamanın ruhuna uygun olarak PVC ile değiştirildiği için boşa çıkan tahta kapılardan birini gözüne kestirip bir masa yapmayı aklına koydu. Aslında masaya hiç de ihtiyaç yoktu. Zaten bahçede sivrisinekten sebep doğru düzgün oturan yoktu. Çok istediğinden mi yoksa oyalanmak ihtiyacı duyduğundan mı bilmem, masayı tamamlamak için inatla çalıştığını hatırlıyorum. Masayı tamamladı, sonra da itinayla kalan boyaları kullanıp siyah beyaza boyadı. Üstünü de bir muşamba ile kaplayıp, kenarlarını raptiye ile tutturdu. Sonuçta ortada bir masa vardı ama pek kullanan yoktu. O masa, bahçede birkaç sene öylece durdu. Seyrek de olsa çocukların oyun arkadaşı oldu. 

Aradan geçen yıllar neticesinde kaçınılmaz olan oldu. Dedem, bir iki hafta hastanede kaldıktan sonra hayatını kaybetti. Bilirim ki artık istese de evinin bahçesinde gezemez, yeri geldiğinde kendi canından bile kıymetli gördüğü arabasıyla ilgilenemez. Her taşında, her köşesinde emeği olan evi artık onsuzdur, boyası sıvası dökülse tamir edecek kimse olmaz. Sabahları yapraklarını süpürdüğü ağaçlar artık onu göremez. Rüzgar ne kadar esse de tenine değemez.

Şehir merkezindeki bir hastanede vefat etse de cenazesi elbette yaşadığı mahalleden kalkacaktı. Tabutunu önce yaşadığı evin içine getirdiler. Belediyenin her zamanki gibi boğuk sesli hoparlör sisteminden anons edildiği üzere eş, dost, akraba ve din kardeşleri ayrıca sevenleri kısa zamanda bahçeye, evin etrafına toplandı. Bir süre sonra kadınlar içeride, erkekler dışarıda bekleştiler. Bir evde düğün olduğunda her şey güzeldi, insan saçmalasa bile eğlencenin içinde duymazdan gelinir veya cümlelere tolerans gösterilirdi. Ancak cenaze olduğunda konuşmanın hatta cümle kurmanın bile ne kadar zor olduğunu fark ettim. İnsan böyle anlarda tek kelime etmek istemiyordu. 

Namaz vakti yaklaşınca camiye daha rahat götürmek için tabutu bahçeye taşımaya karar verdiler. Sağa sola bakınıp küçük bir fikir alışverişi yapıldıktan sonra tabutu üzerine koymak için aranan "şey" bulundu. Günlerce uğraştığı, boyadığı, kapladığı ama doğru düzgün kullanılmayan masayı getirdiler. Tabutu üstüne koydular. Öylece bahçenin köşesinde duran masa da adeta Pinokyo’nun Gepetto Usta’sına vefa göstermesi gibi dedeme karşı son görevini yaptı. Evinden son kez ayrılırken helallik alındı. O zamana kadar olanın bitenin farkında olsam da metanetli duruyordum. Bir film sahnesinden çıkmış gibi duran ama tüm gerçekliğiyle karşımda olup bitene dayanamadım, ağladım. 

Dedemin bu dünyadaki mesaisi tüm koşturmacasıyla buz gibi bir şubat günü sona erdi. Kendi evindeki son durağı da kendi imal ettiği bir masanın üzeri oldu. Kim bilir o masanın tahtalarını kesip biçerken, boyasını yaparken aklından neler geçirmişti? Göçüp giden her insan gibi geriye sadece hatıraları kaldı. 

Kendimi topladım, gözlerimi sildim. Ardından, tabutu omuzlayanlara katıldım. Taşıyanlar ara sıra değişse de camiye kadar tabutun bir ucunu hiç bırakmadım.

(2017)
➜ Devamını okumak için tıklayın

Fatsalılar


Otobüs yolculuklarının çocuklara eğlenceli gelmek, yetişkinlere ise eziyet olmak gibi bir özelliği vardır. Belki çocuk zihninize her geçtiğiniz yeri ilk defa kaydettiğiniz için her yerleşim yeri ilginç gelir, yetişkinken seyahat monotonluğa döner. Belki de küçücük koltukta şekilde şekile girebildiğiniz için çocukken ağrı sızı çekmezsiniz ama büyüyünce manevra alanının azalmasıyla üzerinize beton dökülmüş gibi olursunuz. Anlatacağım olay da havasızlıktan dolayı herkesin bir şekilde akvaryumdaki balıklar gibi kaderine razı olmak zorunda kaldığı zamanlarda geçiyor. Fatsalılar firmasıyla yolculuk ediyorduk. Asla kötü bir tecrübe yaşamadık ama özel olarak tercih ettiğimiz bir firma da değildi. 1990'ların ilk zamanları olduğu için 2+1 koltuk lüksünün ufukta bile gözükmediği ama denk getirirseniz lüks olarak kek ve çay servisinin akabinde ise yılın belirli günlerinde sevdiklerinize kavuşmanın sunulduğu yıllardı. Otobüsün içinde fır dönen muavini yakalayabilirseniz eğer, bardak yerine garip bir sistem ile poşet içerisinde verilen suya pipeti batırarak içerdiniz. Aynı havasızlıktan dolayı mideniz bulanınca insanın midesini daha da kaldıran siyah naylon poşetlere kusardınız. Cep telefonu şimdikinin aksine henüz herkesin elinde oyuncak olmadığı için hiç dikkate alınmıyor ve adı bile geçmiyor, dolayısıyla “ne abs’yi ne de sinirlerimizi bozma endişesi“ yaşanmıyordu. 

Dedem de eski bir otobüsçüydü, yolculuk muhabbetleri evin içinde hep yankılanırdı.  Çocuk aklımla hiç gitmesem, gittiğimde fark etmesem bile “Kop Geçidi, Çakallı Mevkisi, Zigana, Bolaman Virajları, Pozantı Rampası” hep aklımda yer etmişti. Yetmezmiş gibi mahallemizde de küçük ilçemiz için o zamanların en fiyakalı otobüs şirketinin sahibi oturduğu için sık sık otobüslerin gelip gitmesini görüyor, çocuk aklımızla ağzımız açık bir şekilde manevra yaparak dar sokakta dolaşmasını seyrediyorduk. Bir çocuk için son derece önemli olan bu etkinlik gerçekleşirken neredeyse dünya duruyor, yenilen goller ise "Oğlum otobüs geçiyor la ona bakıyordum" denilince münakaşaya gerek kalmadan iptal oluyordu.

İlkokula gidiyordum ve bir şekilde memleketten yaklaşık 1000 kilometre uzakta olduğumuz için otomobil yoksa kendini tercih edeni “yayık ayranı” kıvamına getiren otobüsleri kullanmaya mecburduk. Otobüsler ise teknoloji bakımından aşağı yukarı aynı oldukları için genel olarak birbirlerinden tek belirgin farkları firma isimleriydi. 

Otobüsün sol tarafında orta sıralardaki bir koltukta annem ile yan yana oturuyordum. Kuzeye doğru çıktığımız için güneş de batış konumuna göre aksi gibi sol taraftan vuruyor, bana da perdeyi istemeye istemeye kapatmak düşüyordu. Oysaki yolu izleye izleye gitmek gayet keyifliydi. Muavin ise hatırladığım kadarıyla günaşırı bir oraya bir buraya gidip gelmekten artık genç yaşında hayatından bezmiş, yüz ifadesine bakıldığında muhtemelen lise terk ya da yeni mezun biri olmalıydı. Kendi lise terk olduğu gibi üzerindeki gömlek de pantolonu terk etmiş, bir taraftan çıkmıştı.

Yolculuk daha yeni başlamış, kaptan şoför de güneşten etkilenmemek için önce ön camın tepesindeki perdeyi hafifçe indirmiş, ardından güneş gözlüklerini takmış ama o devirlerdeki yolculuğun vazgeçilmezi olan sigarasını henüz yakmamıştı zira sigara kokusu gelmiyordu. Yaz kış demeden adamı donduran “şehirlerarası dinlenme tesisleri” için ise henüz bir hayli mesafe vardı. Birbirinden garip nesnelerin satıldığı, ülkenin en absürt ama aynı zamanda da en renkli avm’si olarak nitelendirebileceğim bu yerlerin yolcuları eğlendirmesine uzun bir süre olduğuna göre bu iş de yine otobüs ve tabii ki içinde bulunan tam yetkili personele kalıyordu. Kimsenin ne tableti ne de telefonu olduğu için herkes pür dikkat muavinden gelecek eğlenceye odaklanıyordu. "Karagöz Hacivat" oynatsa o bile rağbet görürdü doğrusu. Otobüs yolcuğu sırasında görülen, yolculuk boyunca üzerinde derin analizler yapılan evlerde ise henüz gündüz vakti olduğu için hiçbir ışık yanmıyor, dolayısıyla yolculara şiir yazma ve fikir beyan etme fırsatı tanımıyordu. Belki de sırf bu yüzden yani başka bir şey seçme şansları olmadığından sebep muavinden gelecek olan eğlence seçeneğinin güzel olması için her koltuk sahibi içinden dua ediyor olabilirdi.

O yıllarda en büyük “araç içi eğlence lüksü” olan televizyonu açmak amacıyla muavin ön tarafa doğru yöneldi. Yürüdüğü koridorun sonunda kaptan şoförün hemen üst tarafında kilitli olan ufak bölmeyi açarken diğer yandan da yolcular sanki bir film festivalinde gösterilecek ödüllü bir eseri izlemenin merakını kendilerinde hissetmiş bulundular, koltuklarında hareketlendiler. Bahsettiğim yıllar çerçevesinde düşünecek olduğumuzda cd-dvd vs. hak getire olduğundan eli yüzü düzgün olan tek seçenek video kasetti. Tabi şansınıza onun da bantı çizik veya güneşten solmuş falan değilse... Mini ekran televizyon ağır ağır açıldı. Önce karıncalı bir ekran karşıladı meraklı gözleri, ardından mutlak yetki sahibi olan muavin tarafından video oynatıcının kanalı ayarlandı. Bu ayarlama sırasında bir taraftan video oynatıcı ile ilgileniyor, diğer taraftan otobüsün manevralarına karşı koyabilmek için tek eliyle bölmenin kenarını sıkı sıkı tutuyordu. Kasetin kayan görüntüsü ve filmin birbirine giren renkleri eşliğinde bilmem kaç saatlik otobüs yolculuğunun yegane eğlencesi de böylelikle başlamış oldu. Söz konusu olan film, elbette muavinin kendi tercihi değildi. Muhtemelen otogarda firmanın arşivinde ne denk gelirse onu almıştı. 

Aklımda kaldığı kadarıyla ekranda önce büyük bir gemi belirdi, ardından etrafa direktifler yağdıran Orhan Gencebay. Şurasını çok net hatırlıyorum, filmin adı “Kaptan”dı. Hülya Avşar ile birlikte oynamışlardı. O yıllardan aklımda bariz bir şekilde kalan sahneler ise Orhan Gencebay’ın kamyonetinin göldeki çamura saplanması ve bir de Hülya Avşar ile bir odun deposunda kilitli kaldıklarında söylediği "İlk Göz Ağrım" şarkısı. İlkokula giden bir çocuk bu filmden ne anlarsa ben de onu anlamıştım ama otobüsteki herkes ne kadar keyif aldıysa ben de en az o kadar keyif almıştım. 

Film biterken güneş de artık iyiden iyiye batıyordu. Artık perdeyi kapatmanın da belli ki bir gereği kalmamıştı. Yine de annem söyleyene kadar ellemedim, annemin sözüyle de perdeyi açtım. Otobüs, şehir merkezlerinin birinden geçerken okunan akşam ezanı insanların akşam telaşını daha belirgin hale gelmişti. Sokak lambaları da yavaş yavaş yanıyor, hatta yol kenarında görülen evlerden bazıları da akşam ezanına binaen sokak lambalarına katılıyordu. Ben ise elimdeki bisküviyi kemirirken yıllık izin kavramıyla belki de yeni yeni tanışıyor, yirmi günlüğüne gitmekte olduğumuz memleketimizde çocuk saflığıyla sanki yıllarca kalmış gibi keyif alacağım günlerin hayalini kuruyordum. Öte yandan da “Acaba burada yaşasak nasıl olurdu?” soruları da aklıma gelmiyor değildi.

Sol yanımda hayal dünyası gibi pencere, sağ yanımda ise annemin olmasının huzuru ile geçen bu yolculuğu "üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen" aklımdan hiç çıkarmadım. Hiçbir otobüs yolculuğu bu keyfi vermedi. Film izlemeyi neredeyse hiç sevmeyen ben, bu filmi de hiçbir zaman  unutmadım. Hatta zaman içerisinde filme karşı duygusal bir bağ oluşturdum. Ne zaman televizyonda veya internette “Orhan Kaptan”ı görsem hemen zihnimde önce batan bir güneş, ardından içinde seyahat ettiğimiz Fatsalılar otobüsü belirir, daha sonra ise "İlk Göz Ağrım" çalmaya başlar. İşin ilginci, daha sonra defalarca otobüs yolculuğu yapmış olmama rağmen Fatsalılar firmasından bilet almak bir daha hiç nasip olmadı. Firma hala ayakta mı bunu bile bilmiyorum. Sanki her şey sadece o güne özel bir hayal gibiydi.

(2019)
➜ Devamını okumak için tıklayın