Fatsalılar


Otobüs yolculuklarının çocuklara eğlenceli gelmek, yetişkinlere ise eziyet olmak gibi bir özelliği vardır. Belki çocuk zihninize her geçtiğiniz yeri ilk defa kaydettiğiniz için her yerleşim yeri ilginç gelir, yetişkinken seyahat monotonluğa döner. Belki de küçücük koltukta şekilde şekile girebildiğiniz için çocukken ağrı sızı çekmezsiniz ama büyüyünce manevra alanının azalmasıyla üzerinize beton dökülmüş gibi olursunuz. Anlatacağım olay da havasızlıktan dolayı herkesin bir şekilde akvaryumdaki balıklar gibi kaderine razı olmak zorunda kaldığı zamanlarda geçiyor. Fatsalılar firmasıyla yolculuk ediyorduk. Asla kötü bir tecrübe yaşamadık ama özel olarak tercih ettiğimiz bir firma da değildi. 1990'ların ilk zamanları olduğu için 2+1 koltuk lüksünün ufukta bile gözükmediği ama denk getirirseniz lüks olarak kek ve çay servisinin akabinde ise yılın belirli günlerinde sevdiklerinize kavuşmanın sunulduğu yıllardı. Otobüsün içinde fır dönen muavini yakalayabilirseniz eğer, bardak yerine garip bir sistem ile poşet içerisinde verilen suya pipeti batırarak içerdiniz. Aynı havasızlıktan dolayı mideniz bulanınca insanın midesini daha da kaldıran siyah naylon poşetlere kusardınız. Cep telefonu şimdikinin aksine henüz herkesin elinde oyuncak olmadığı için hiç dikkate alınmıyor ve adı bile geçmiyor, dolayısıyla “ne abs’yi ne de sinirlerimizi bozma endişesi“ yaşanmıyordu. 

Dedem de eski bir otobüsçüydü, yolculuk muhabbetleri evin içinde hep yankılanırdı.  Çocuk aklımla hiç gitmesem, gittiğimde fark etmesem bile “Kop Geçidi, Çakallı Mevkisi, Zigana, Bolaman Virajları, Pozantı Rampası” hep aklımda yer etmişti. Yetmezmiş gibi mahallemizde de küçük ilçemiz için o zamanların en fiyakalı otobüs şirketinin sahibi oturduğu için sık sık otobüslerin gelip gitmesini görüyor, çocuk aklımızla ağzımız açık bir şekilde manevra yaparak dar sokakta dolaşmasını seyrediyorduk. Bir çocuk için son derece önemli olan bu etkinlik gerçekleşirken neredeyse dünya duruyor, yenilen goller ise "Oğlum otobüs geçiyor la ona bakıyordum" denilince münakaşaya gerek kalmadan iptal oluyordu.

İlkokula gidiyordum ve bir şekilde memleketten yaklaşık 1000 kilometre uzakta olduğumuz için otomobil yoksa kendini tercih edeni “yayık ayranı” kıvamına getiren otobüsleri kullanmaya mecburduk. Otobüsler ise teknoloji bakımından aşağı yukarı aynı oldukları için genel olarak birbirlerinden tek belirgin farkları firma isimleriydi. 

Otobüsün sol tarafında orta sıralardaki bir koltukta annem ile yan yana oturuyordum. Kuzeye doğru çıktığımız için güneş de batış konumuna göre aksi gibi sol taraftan vuruyor, bana da perdeyi istemeye istemeye kapatmak düşüyordu. Oysaki yolu izleye izleye gitmek gayet keyifliydi. Muavin ise hatırladığım kadarıyla günaşırı bir oraya bir buraya gidip gelmekten artık genç yaşında hayatından bezmiş, yüz ifadesine bakıldığında muhtemelen lise terk ya da yeni mezun biri olmalıydı. Kendi lise terk olduğu gibi üzerindeki gömlek de pantolonu terk etmiş, bir taraftan çıkmıştı.

Yolculuk daha yeni başlamış, kaptan şoför de güneşten etkilenmemek için önce ön camın tepesindeki perdeyi hafifçe indirmiş, ardından güneş gözlüklerini takmış ama o devirlerdeki yolculuğun vazgeçilmezi olan sigarasını henüz yakmamıştı zira sigara kokusu gelmiyordu. Yaz kış demeden adamı donduran “şehirlerarası dinlenme tesisleri” için ise henüz bir hayli mesafe vardı. Birbirinden garip nesnelerin satıldığı, ülkenin en absürt ama aynı zamanda da en renkli avm’si olarak nitelendirebileceğim bu yerlerin yolcuları eğlendirmesine uzun bir süre olduğuna göre bu iş de yine otobüs ve tabii ki içinde bulunan tam yetkili personele kalıyordu. Kimsenin ne tableti ne de telefonu olduğu için herkes pür dikkat muavinden gelecek eğlenceye odaklanıyordu. "Karagöz Hacivat" oynatsa o bile rağbet görürdü doğrusu. Otobüs yolcuğu sırasında görülen, yolculuk boyunca üzerinde derin analizler yapılan evlerde ise henüz gündüz vakti olduğu için hiçbir ışık yanmıyor, dolayısıyla yolculara şiir yazma ve fikir beyan etme fırsatı tanımıyordu. Belki de sırf bu yüzden yani başka bir şey seçme şansları olmadığından sebep muavinden gelecek olan eğlence seçeneğinin güzel olması için her koltuk sahibi içinden dua ediyor olabilirdi.

O yıllarda en büyük “araç içi eğlence lüksü” olan televizyonu açmak amacıyla muavin ön tarafa doğru yöneldi. Yürüdüğü koridorun sonunda kaptan şoförün hemen üst tarafında kilitli olan ufak bölmeyi açarken diğer yandan da yolcular sanki bir film festivalinde gösterilecek ödüllü bir eseri izlemenin merakını kendilerinde hissetmiş bulundular, koltuklarında hareketlendiler. Bahsettiğim yıllar çerçevesinde düşünecek olduğumuzda cd-dvd vs. hak getire olduğundan eli yüzü düzgün olan tek seçenek video kasetti. Tabi şansınıza onun da bantı çizik veya güneşten solmuş falan değilse... Mini ekran televizyon ağır ağır açıldı. Önce karıncalı bir ekran karşıladı meraklı gözleri, ardından mutlak yetki sahibi olan muavin tarafından video oynatıcının kanalı ayarlandı. Bu ayarlama sırasında bir taraftan video oynatıcı ile ilgileniyor, diğer taraftan otobüsün manevralarına karşı koyabilmek için tek eliyle bölmenin kenarını sıkı sıkı tutuyordu. Kasetin kayan görüntüsü ve filmin birbirine giren renkleri eşliğinde bilmem kaç saatlik otobüs yolculuğunun yegane eğlencesi de böylelikle başlamış oldu. Söz konusu olan film, elbette muavinin kendi tercihi değildi. Muhtemelen otogarda firmanın arşivinde ne denk gelirse onu almıştı. 

Aklımda kaldığı kadarıyla ekranda önce büyük bir gemi belirdi, ardından etrafa direktifler yağdıran Orhan Gencebay. Şurasını çok net hatırlıyorum, filmin adı “Kaptan”dı. Hülya Avşar ile birlikte oynamışlardı. O yıllardan aklımda bariz bir şekilde kalan sahneler ise Orhan Gencebay’ın kamyonetinin göldeki çamura saplanması ve bir de Hülya Avşar ile bir odun deposunda kilitli kaldıklarında söylediği "İlk Göz Ağrım" şarkısı. İlkokula giden bir çocuk bu filmden ne anlarsa ben de onu anlamıştım ama otobüsteki herkes ne kadar keyif aldıysa ben de en az o kadar keyif almıştım. 

Film biterken güneş de artık iyiden iyiye batıyordu. Artık perdeyi kapatmanın da belli ki bir gereği kalmamıştı. Yine de annem söyleyene kadar ellemedim, annemin sözüyle de perdeyi açtım. Otobüs, şehir merkezlerinin birinden geçerken okunan akşam ezanı insanların akşam telaşını daha belirgin hale gelmişti. Sokak lambaları da yavaş yavaş yanıyor, hatta yol kenarında görülen evlerden bazıları da akşam ezanına binaen sokak lambalarına katılıyordu. Ben ise elimdeki bisküviyi kemirirken yıllık izin kavramıyla belki de yeni yeni tanışıyor, yirmi günlüğüne gitmekte olduğumuz memleketimizde çocuk saflığıyla sanki yıllarca kalmış gibi keyif alacağım günlerin hayalini kuruyordum. Öte yandan da “Acaba burada yaşasak nasıl olurdu?” soruları da aklıma gelmiyor değildi.

Sol yanımda hayal dünyası gibi pencere, sağ yanımda ise annemin olmasının huzuru ile geçen bu yolculuğu "üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen" aklımdan hiç çıkarmadım. Hiçbir otobüs yolculuğu bu keyfi vermedi. Film izlemeyi neredeyse hiç sevmeyen ben, bu filmi de hiçbir zaman  unutmadım. Hatta zaman içerisinde filme karşı duygusal bir bağ oluşturdum. Ne zaman televizyonda veya internette “Orhan Kaptan”ı görsem hemen zihnimde önce batan bir güneş, ardından içinde seyahat ettiğimiz Fatsalılar otobüsü belirir, daha sonra ise "İlk Göz Ağrım" çalmaya başlar. İşin ilginci, daha sonra defalarca otobüs yolculuğu yapmış olmama rağmen Fatsalılar firmasından bilet almak bir daha hiç nasip olmadı. Firma hala ayakta mı bunu bile bilmiyorum. Sanki her şey sadece o güne özel bir hayal gibiydi.

(2019)
➜ Devamını okumak için tıklayın