UNO

Otomobillere karşı standart bir erkek çocuğuna göre pek ilgim olmadığını söylerler ama o iş pek de öyle değildi. Babamın her hafta aldığı Auto Show veya Otohaber dergilerini hatmeder, o zamanki Formula 1'i de yakından takip ederdim. Hatta Ferrari'ye ve McLaren'e gıcık olarak BMW WiiliamsF1 hayranı olmuştum. Belki de Juan Pablo Montoya'nın Formula 1'e çok hızlı bir giriş yapması bunda etkili olmuştu. Bu yazdıklarım ortaokul yıllarına ve hayatımın Akşehir safhalarına denk gelir.

Aradan yıllar yıllar geçip de 26 yaşıma geldiğimde artık iş güç sahibi de olmuştum. Tabi atandıktan sonra ehliyet de alınca haliyle ilk arabamı almamın normal olduğunu düşünmeye başlamıştım. Babam bu konuda bana çok yardımcı olmuştu. Acemi şoför olduğum için çok masraf çıkarmayacak ve -Allah korusun- herhangi bir kaza durumunda da maddi olarak beni sarsmayacak bir marka/model arayışına girmiştik. Önce Lada'lara baktık ama beğenmedik, Broadway de acemi şoför için hiç fena değildi ama o da hatırlayamadığım bir sebepten dolayı olmadı (sanırım babam daha önce satın aldığı bir Broadway'de çok sorun yaşamıştı, onun etkisi olabilir). En sonunda 1996 model bir Fiat Uno bulundu. Zaten yanlış hatırlamıyorsam Uno'ların üretimi de 2000 yılında bitti. Alaçam'dan alındı otomobil. Tam benlik bir arabaydı zira ihtiyaç hâlinde yedek parçası köşedeki bakkalda bile bulunabilir ve sanayiye gittiğinde her usta istisnasız Uno'dan anlar. Bu arada LPG'li ilk ve tek arabam da Uno'ydu. Zaten ondan sonra bir de benzinli Opel Corsa'm oldu, daha sonra da evlenince "benim arabam" kavramı tarihin tozlu raflarına kalktı. 

Standart lacivert renkli ve 01 plakalı bu "Unocan"ın bazı kusurları da vardı elbet. 01 plaka olması bir kusur değildi tabi ama satın alırken yine de plakayı değiştirip 55 yapmıştık. Kusurlarından hatırladığım mesela hatırladığım kadarıyla vites kolu yerinden çıkıyordu. Vites kolu dediğim, kökünden çıkmıyor da topuzun yarısı yerinden çıkıyor ve şoförün elinde kalıyordu. Ayrıca plastikleri de artık yaşı gereği iyice gevremiş ve çıtırdamaya başlamıştı. İçine önce lacivert bir kılıf aldık. Ardından da bir hevesle en ucuzundan ama kaliteli USB'li bir Pioneer müzik seti almıştım, arkaya da pandizotu zaten kesik olduğu için oraya uygun iki tane yine Pioneer hoparlör ayarlamıştım. Sürüş güvenliği açısından arabada öyle bangır bangır müzik dinlemeyi hiç sevmem ama hâlâ takıntımdır, temiz ses gelmeli. Enteresan bir şekilde Unocan'ın motorunda, vites geçişlerinde veya mekanik aksamında hiçbir sorun yoktu. Ayvacık'taki köy yollarına bile canavar gibi tırmanıyordu. Demek ki bakımları düzenli yapılmış ve temiz kullanılmıştı. Ön camlar otomatikti ve sorunsuz çalışıyordu. Önceki sahibi acayip bir sistem taktırmış anladığım kadarıyla, uzaktan kumanda ile kilitlendiğinde -uzaktan kumanda ile kilit sistemi bile vardı- camlar otomatik olarak kapanıyordu. Yani eleman uzaktan kumanda taktırırken o işi de aradan çıkarmış, helal olsun. Hatta kışın karlı havada deneme imkanı bulmuştum, -genelde kopuk olur- arka camın rezistansı bile çalışıyordu. Hatta yağmurlu bir günde Atakum'a dönerken sileceklerin çalıştığını da test etme imkanı bulmuştum. Önce tatlı tatlı ahmakıslatan tarzı yağan yağmurda ilk kademe çalışan silecekler akabinde çok fazla yağan yağmurda önce ikinci peşine de her an her şey fırlayacakmış gibi çalışan üçüncü kademede gayet başarılı iş çıkarmıştı. Arka silecek bile çalışıyordu, "Vay anasını" demiştim.

Bu arada, tavanı güneş yanığı olmasına rağmen arabanın dört kapısı ve kaputu gıcır gıcır lacivertti. Muhtemelen komple boyalı bir araçtı ama 96 model ve o zaman "16 yaşında" bir otomobilden de "çıtır hasarlı" veya "nokta hatasız" falan bir şey beklememek gerek. Tavanının güneş yanığı olması ise ülkemiz ikinci el piyasası için son derece mühim, zira satarken herhangi bir işlem görmediğini ispat etmenin başka bir yolu da yok. Yani "Tavan da kel kalmasın, dört kapıyı boyatmışken tavanı da boyatayım" dersen geçmiş olsun. Araba elinde patlar, derdini anlatamazsın. Satacağın zaman kırk kere "Bu araç takla mı attı? Hayırdır ne oldu? Tavanı neden boyattın?" sorularına hazır olmalısın. Önceki hâlinin fotoğrafını çeksen de inanmazlar. Fiyat kırmak için koz olarak kullanılır.

Benim Unocan'ın daha önce de bahsettiğim gibi LPG'si vardı. Zaten kitapçığındaki verilere göre 100 km'de 14-15 litre yakan bir aracı da benzinle kullanmak pek akıl kârı değildi. LPG'si vardı ama LPG'yi gösteren ışıklar arızalıydı, yani ne kadar gaz kaldığını kendin hesaplayıp kara düzen gidiyorsun. İşin başka bir saçma tarafı da LPG ile benzin arasında geçişi sağlayan anahtar üç kademeliydi. Sol kademesi LPG, ortası ne hikmetse boş, sağ taraf ise benzin. Hatta acemiliğimin ilk günlerinde babamla annem Ayvacık'tan dönerken babam benzini denemek istemiş ancak daha sonra anladık ki düğme ortada kalmış. Haliyle motora gaz da benzin de gitmeyince arabanın motoru istop etmiş. Allah'tan benzinliğe yakın bir yerde kalmışlar da gaz almışlar, düğmeyi de eski hâline getirip devam etmişler. Düğmeyi sağ tarafa geçirmek için iyice kanırtmak gerekiyormuş. Biz bu durumu yani ortadaki ayarın boş olduğunu babamla bir gün arabayı gündüz gözüyle kullanırken fark ettik. Yalnız, bir şeyi daha fark ettik ki LPG ruhsata işlenmemiş. Bir önceki sahibine belki sorun çıkarmadı ancak ben bir çevirmeye girersem bu benim için büyük bir sorundu. Hem ceza yersin hem de ileriki aşamada aracı bağlamaya kadar gider. Sistem değişmediyse sanırım birinci de uyarı ve ceza geliyor, bir hafta içinde ruhsata işletmezsen de araba görüldüğü yerde bağlanıyor. Zaten Ayvacık ve Atakum arasında da sık sık çevirme oluyordu. "Risk almayalım, haydi ruhsata işletelim" dedik. Ruhsatta böyle motoru ilgilendiren bir tadilat yapılınca aracın da yeniden muayene olması gerekiyormuş. Ona da kabul, zaten hatırladığım kadarıyla muayene vaktine de az kalmıştı. 

Macera şimdi başlıyor, insan başına gelmediği zaman böyle şeyleri bilmiyor. Biz muayene için randevu aldık ancak oradaki eleman bizden "sızdırmazlık belgesi" istedi. O belgeyi de Makine Mühendisleri Odasının yetkilisi veriyormuş ve Bafra'ya da haftada bir geliyormuş. Biz de yetkilinin geldiği gün (hangi gün olduğunu hatırlamıyorum) kontrol yerine gittik ve sürprizzzz... LPG'nin beyni ile yakıt tankının markaları farklıymış, ruhsata işlenmesi için aynı marka olması gerekiyormuş. İkisinden biri mecbur değişecek. "Hangisi daha uyguna gelir?" diye sorduğumuzda "Hiç riske girme abi, tankı değiştirelim. Hem sıfır tank takılmış olur, kafan rahat eder." dediler. O da mantıklı geldi. Bir masraf da orada yaptık. Tabi bizim randevu uçtu gitti, ertesi hafta bir kez daha Makine Mühendisleri Odasının yetkilisini bekledik. İki dakikalık bir sızdırmazlık testinden sonra onay belgesini imzalayıp verdiler.

Ertesi hafta tekrar araç muayene istasyonunun yolunu tuttuk. Bunları anlatıyorum ama babamla hissettiklerimiz tıpkı "Köyden İndim Şehire" filminde Ali Rıza Bey'i arayıp her seferinde geri dönen dört kardeş gibi. Bu sefer her şeyimiz tam. Bu arada arabada bir de motor ısınmadan istop etme sorunu var. Yani tek marşta çalışıyor ve üç beş dakika çalışsa tık demeden dünyanın bir ucuna gidiyor ama mesela motor soğukken sabah çalıştırdığında ayağını gazdan çekersen anında istop ediyor. İçimden kırk çeşit dua okuyup "istop etmez inşallah" deyip aracı kanala yaklaştırdım ve anahtarı teslim ettim. Muayene görevlisi arabanın sağını solunu kurcalayıp bir şeyler yazdı, hâlâ anlamlandıramadığım bir şekilde "kısa far ayarı bozuk" olarak hafif kusurunu yapıştırıp onayladı. O saatten sonra içim rahatlamıştı. Artık gönül rahatlığıyla trafiğe çıkabilir ve çevirmeye girebilirdim.

Uno kullanırken o kadar acemiydim ki kaputun nereden açıldığını bile bilmiyordum hatta araç istop ettiğinde direksiyonun kilitlendiğini ve kontak açılmadan hareket etmediğini de bilmiyordum. Bir keresinde sanırım akü için tamirciye gittiğimde kenara çekip istop etmiştim ama çalıştırmak istediğimde kilitlenen direksiyonu bir türlü açamamıştım. Park etmek için müsaade isteyen emmiye de "Direksiyon kilitlendi, dönmüyor" diye sallamıştım.

Bir sene daha kullanıp o zamanın parasıyla 6500 TL'ye aldığım Unocan'ı 7400 TL'ye sattım. Bu süre zarfında Uno ile Ayvacık-Bafra arasında gitmediğim yer kalmadı. Ayvacık'tan Atakum'a veya Bafra'ya her hafta sonu gidip gelirken kendimi Sarı Mercedes'teki İlyas Salman gibi hissediyordum. "Lacivert Unocan" da benim "Balkız"ım gibi bir şey olmuştu. Balık tutmasından mangalına kadar her aktivitede yaz kış demeden kullandım ve Uno kullanırken aldığım keyfi de başka hiçbir arabadan alamadım. Artık ilk arabam olduğundan mıdır yoksa acemiliğimi attığımdan mıdır orasını bilemiyorum.